Carol (2015): İz Bırakan Temaslar

Carol (2015): İz Bırakan Temaslar

Yazar Puanı4
  • Her şeyin sona erdiği -ya da başladığı- final sahnesinde, Carol ve Therese'in göz göze geldiği andan itibaren Haynes, kelimelere ihtiyacı olmadan, sadece bakışlar ile izleyicide derin bir iz bırakmayı başarıyor. Tüm o kalabalık içerisinde önce tabular ve üçüncü kişiler siliniyor, gözümüz iki kadının bakışmalarında takılı kalıyor. Therese’in fotoğraf çekerken yaptığı netlik ayarı gibi, Haynes de filmine vurucu bir imza atıp, tüm yaşananlardan sonra, aşkın bu savaştan sağ çıktığını ya da savaşmaya devam edeceklerini imliyor. İzleyiciyi ise, masum bir dokunuşla başlayan ancak iz bırakan bu temasın, 1950’lerde dile dökülmeyen ama varlığı da inkâr edilemeyecek bir aşkın ortağı oluyor.
Share Button

Dışarıdan bakıldığında oldukça soğuk, mesafeli, hatta mekanik görülen Todd Haynes’in son filmi Carol (2015) özelde, küçük temaslardan medet uman, hassas, kırılgan ve kendini topluma ifade etmekte zorlanan iki kadının birbirlerine duyduğu derin hisleri, dönemin sosyo-kültürel arka planında incelikle işliyor. Haynes, Carol ile Far From Heaven (Cennetten Çok Uzakta) ve Mildred Pierce filmlerinin ardından bir kez daha 1950’lerin muhafazakâr dünyasına geri dönüyor. Patricia Hightsmith’in The Price of Salt romanından uyarlanan film, etkileyici sinematografisi, oyunculukları ve müzikleri ile dönem atmosferini başarıyla yansıtırken; merkeze yine kadın karakterleri yerleştiren Todd Haynes, salt eşcinsel bir damar ile yetinmeyip, toplumun içerisindeki katmanların bakış açısını, dönemin erk ve statü çabalarını da hikâyesine eklemleyerek farklılaşıyor.

Peri Masalından Gerçekliğin Sert Zeminine

Bir mağazada tezgâhtarlık yapan genç Therese Belivet (Rooney Mara) ile mağazaya çocuğuna yılbaşı hediyesi almak için gelen, boşanmanın eşiğinde, orta yaşlı ancak oldukça çekici, üst sınıfa mensup Carol’un (Cate Blanchett), bir bakışmayla başlayan ilişkileri dışarıdan bir peri masalını andırıyor. Hatta Therese’in Carol’un tezgâhta bıraktığı eldivenlerini kendisine iade etmesini bir Cinderella -Kül Kedisi- göndermesi olarak ifade edebiliriz. Therese’in fotoğraf sanatçısı olma isteği ve Carol’ı çektiği fotoğraflar da, filmin masalsı atmosferinde önemli bir yer tutuyor. Ancak Haynes, bu büyünün bir yanılsamadan ibaret olduğunu,  bambaşka dertler içerisinde, kalpteki kıvılcımın geri plana basitçe itildiğini göstermesi uzun sürmüyor. Boşanmak üzere olduğu eşinin Carol’ı ahlaksızlık (!) ile suçlayıp, çocuğunu ona göstermemesi ile masalın güçlü görünen arzu nesnesi, bir anda çaresizlik içerisinde kalakalıyor. Tüm o ihtişamının ardında, ilişkiyi yönlendirdiğini düşündüğümüz Carol’ın güçlü kadın imajı film boyunca birçok kez parçalanıyor. Diğer taraftan kırılgan ve naif görünen Therese ise kendi ayakları üzerinde durmayı, idealleri peşinde koşmayı sürdürüyor. Todd Haynes, kadınların 1950’li yıllarda, özgürlük ve kendi kararlarını alma cesaretini daha önceki filmlerindeki gibi önemsiyor hatta final sahnesine atıf yapacak olursak, kaçınılmaz olanla yüzleşen Carol’ın da yolunu seçtiğini ve sendelediği günleri geride bıraktığının altını çiziyor. Bu açıdan Carol, aşk filmi kalıplarını aşıp, muhafazakâr topluma karşı bireysel bir başkaldırıya dönüşüyor.

Carol, içinde yaşadığımız dönemde dahi toplumun tam olarak kabul etmediği eşcinselliği, öğretilmiş kalıpların dışında ele alıyor. Bir sevişme sahnesi dışında son dönemde queer filmlerde izleyicinin gözüne sokulan cüretkârlıktan uzak duran film, ezber eşcinsel anlatı kalıplarına tevessül etmiyor. Bunun yerine sınıfsal farklılıklar, erkeklerin kadınlar üzerinde kurdukları tahakküm ve evlilik kurumunun bir proje olarak görülmesi ile bunların sonuçları olarak görebileceğimiz toplumdaki ötekileştirme ve mahalle baskısının bireyleri nasıl silik hale getirdiği ile ilgileniyor. Filmde yer alan iki erkek karakterde -Carol’ın eşi Harge ve Therese’in sevgilisi Richard- özlerinde kötü olmamalarına rağmen dönemin kendilerine tanıdığı statünün gücünden sonuna kadar yararlanıyorlar. Richard’ın sevgilisinin bireyselliğini yok sayarak, ilişkiyi yönlendirmeye çabalaması ile Harge’ın çocuğu Carol’dan saklaması yaşadıkları dönemde yadırganacak bir davranış biçimi olarak görülmüyor. Hatta yaptıkları toplum tarafından takdir görüyor. Bunun yanı sıra Carol’un psikolojik tedavi görmeye zorlanması gibi örneklerde göreceğimiz gibi kadınlar cezalandırılıyor. Todd Haynes’in gözlemci ancak mesafeli kamerası ve öyküyü flashback ile anlatmayı tercih etmesi de, bu fikri bütünlüyor. Bir anlamda filmin sonunda hem Carol hem de Therese toplum ve erk baskısına rağmen değişim ve aşk umutlarına sahip çıkarken, toplumu oluşturan katmanların büyük çoğunluğu bir adım ileriye gidemiyor. Başladıkları noktada, baskı ve ötekileştirmeyi nasıl sıradanlaştırdılar ise filmin sonunda da aynı köhne fikirleri savunmaya devam ediyorlar.

Ve O Final

Her şeyin sona erdiği -ya da başladığı- final sahnesinde, Carol ve Therese’in göz göze geldiği andan itibaren Todd Haynes,  kelimelere ihtiyacı olmadan, sadece bakışlar ile izleyicide derin bir iz bırakmayı başarıyor. Tüm o kalabalık içerisinde önce tabular ve üçüncü kişiler siliniyor, gözümüz iki kadının bakışmalarında takılı kalıyor. Therese’in fotoğraf çekerken yaptığı netlik ayarı gibi, Haynes de filmine vurucu bir imza atıp, tüm yaşananlardan sonra, aşkın bu savaştan sağ çıktığını ya da savaşmaya devam edeceklerini imliyor. İzleyiciyi ise, masum bir dokunuşla başlayan ancak iz bırakan bu temasın, 1950’lerde dile dökülmeyen ama varlığı da inkâr edilemeyecek bir aşkın ortağı oluyor.

, , , , , , , , , , , , , , ,

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir