Call Me by Your Name (2017): Her Şeyi Hatırlıyorum

Call Me by Your Name (2017): Her Şeyi Hatırlıyorum

Yazar Puanı5
  • Elio ve Oliver'ın beraber çıktıkları tatil ise masalın artık sonlarına yaklaştıklarını vurgularcasına coşkunun yanında biraz buruk geçiyor. Şehirden ve yapaylıktan tamamen uzak, yaptıkları doğa yürüyüşlerinde birbirlerinin adını boşluğa haykırmaları ve tasasızca hareket etmeleri yine aralarındaki bütün farkları eşitliyor. Son günden bir gece önce ise Elio'yu uyurken izleyen Oliver'ın hayatının sonuna kadar birlikte götüreceği hatıralarını görüyoruz ve renkler tersine dönüyor.
Share Button

“Hiç beklenmedik bir şey aramızdan çekilmişti; bir an, ikimizin arasında yaş yönünden hiçbir fark yok gibiydi, iki erkek öpüşüyordu sadece ve bu bile yok olup gidiyordu sanki, çünkü iki erkek de olmadığımızı yalnızca iki varlık olduğumuzu hissetmeye başladım. Anın eşitleyiciliği hoşuma gitti. Daha genç ve daha yaşlı, insan insana, erkek erkeğe, Yahudi Yahudi’ye olmak hoşuma gidiyordu.” (1)

1983 yazı, Kuzey İtalya’da cennet betimlemelerine çok yakın bir kasaba, dert ettikleri şeylerin en büyüğü akşam yemeğini kimlerle yiyecekleri olan insanlar, hepsi birbirinden mutlu, huzurlu ve en önemlisi coşkulu ve sevgi dolu. İlhamın adeta etrafı çevreleyen şeftali ağaçlarının dallarından sarktığı, kıyısındaki denizden sanat eserlerinin fışkırdığı, herkesten uzak bir ev. Yönetmen, seyirciye atmosferin o huzur veren tarafını öyle bir geçiriyor ki filmin içinde en küçük detayı dahi kaçırmayıp sevgi besleyesiniz geliyor. İşte böyle bir ütopyanın, öylesine bir sabahında karşılaşıyor Elio ve Oliver, sanki birbirlerine aşık olmaları için gerekli ortam, tamamen doğal bir şekilde hazırlanmış gibi. Birbirlerini gördükleri an bütün taşlar yerine oturuyor ve tarih yazması gerekeni, iki insan arasında kısa süren ama hayatlarının son nefesine kadar hatırlayacakları o yazı yazmak için hazırlanıyor adeta. Bize de bu masalımsı, gerçeküstü hikayeyi izlemek düşüyor. Yönetmen koltuğunda Luca Guadagnino’nin oturduğu, 2017’nin Ocak ayında Sundance film festivalinde ilk gösterimini yaptığından beri hız kesmeden konuşulmaya devam eden Call Me by Your Name (Beni Adınla Çağır), queer sinemanın günümüz temsilleri arasında da uzun bir süre daha başı çekecekmiş gibi görünüyor. Ayrıca, André Aciman’ın aynı ismi taşıyan kitabından uyarlanan film, kitabının ruhunu yansıtan nadide eserlerin de başında geliyor.

Call Me by Your Name’i queer sinemadan farklı tutamayacağımız hatta tutmamamız gerektiğini düşünmekle birlikte bu filmin sadece eşcinsel aşk ya da bir Lgbti+ filmi olarak bir kalıbın içine sokulmaması gerektiği kanaatindeyim. Film baştan sona Elio’nun hayatta tecrübe ettiği şeylerle düşe kalka büyümesini konu ediniyor aslında. Filmi bu bağlamda, eşcinsel temalı filmler çerçevesinde “büyüme” konusunu kusursuza yakın anlatımıyla Blue Is the Warmest Color (Mavi En Sıcak Renktir, 2013) ile karşılaştırmadan edemiyorum. Büyüme sancıları, daha önce hiç denenmemiş bir ilişki ve bunun dolayımında aslında tamamen yabancı bir insana hissedilen sevgi ve bağlılık; bunlar iki filmin ortak paydasını oluştururken Call Me by Your Name tasasızlığıyla bu türe el sallayıp yoluna tek başına devam ediyor. Call Me by Your Name’in en büyük farkı, ne o küçük İtalyan kasabasında ne de karakterlerin yakın çevresinde homofobiyi seyirciye hatırlatmaması. Sadece Oliver’ın filmin sonlarında babasıyla alakalı söyledikleri var elimizde, fakat bunun da, kitapla paralel değerlendirdiğimizde, ikilinin yaşadığı sürece bir etkisi olmadığını anlıyoruz. Durum böyle olunca ne cinsel kimliklerini ne de yaşadıkları ilişkinin gerçekliğini açıklama gereği duymayan karakterler çerçevesinde, yönetmen fiziksel olarak mükemmele yakın bir ortam sunup mental olarak da seyirciyi sakinleştirirken, aynı zamanda iki insanın birbirlerine karşı hissettikleri duygular dışında başka hiçbir şeyden korkmalarının gerekmediği bir film sunuyor.

Diğer taraftan film iki erkeğin de birbirleri dışındaki cinsel hayatlarının altını çizerek yine filmi ve karakterleri kalıplardan sıyırmayı başarıyor. İki karakterin de aslında birbirleriyle olduklarından daha çok başka kadınlarla sahnelerinin olması, durumları eşitleyip nötrlüyor. İki erkeğin değil yalnızca iki insanın birbirine aşık olmasının bu derece fazla vurgulanması, eşcinselliğin doğal ve olağanlığına bir gönderme sayılabilir. Filmin sonunda Elio ve babası arasında geçen konuşmada babasının da dediği gibi kimsenin buna bir isim koymasına gerek yok, aynı zamanda bu aşkın acısının daha az veya daha çok çekilmesine de gerek yok. Aşk, dünyanın en olağan duygularından biriyse, onun arkasından tutulacak yas, yakılacak ağıtın yoğunluğu da öznelerin kimliğinin yok sayılması gerektiği kadar normal. Birbirlerine kendi isimleriyle hitap etmeleri ise aralarındaki en küçük farklılığı bile yok etme namına akla gelip uygulanmış bir eylem olabilir, bunun ne kitapta ne filmde belli bir açıklaması var. Belki de eşcinsel ilişkiye bir gönderme, kim bilir.

Söylemek mi daha iyi, ölmek mi?

Elio’nun annesinin dolaylı olarak Elio’ya sorduğu o malum soruyla asıl hikaye başlıyor: “Söylemek mi daha iyi, ölmek mi?” Hatta soru o kadar filmle bütünleşiyor ki sanki kağıda bu soru yazılmış da senaryo bunun etrafında şekillenmiş gibi bir etki doğuyor. Elio, bir savaş heykelinin etrafında yürürken “söylemeyi” seçse de bu aslında ölmediği ve ölmeyeceği anlamına gelmiyor. Yani aslında filmin en can alıcı sorusunun film genelinde net ve doğru bir cevabı olmuyor. Elio “söyledikten” sonra Oliver sadece “Düşündüğüm şeyi mi söylüyorsun?” diye soruyor, filmin en can alıcı sahnesi o kadar naif ve sakin ilerliyor ki, seyircide bir şeyler mi kaçırdım acaba izlenimi doğuyor; çünkü bu kadar alevli bir aşkın nispeten başlaması bu kadar pasif olamaz gibi, ama oluyor. Yönetmen bunu bile en yalın şekilde aktarmayı seçiyor. Bundan sonra gelen göl sahnesiyle birlikte de Elio’nun duygularının aslında karşılıklı olduğunu öğreniyoruz ve hikaye bu kısımda Elio’nun platonik yaz aşkı hikayesinden gerçek bir aşk hikayesine evriliyor. Fakat teknik olarak evrilse de kitapta da olduğu gibi biz bu aşkın hep Elio kısmına odaklanıyoruz. André Aciman, kitapta diyalogları en az indirip Elio’nun iç sesiyle hikayeyi aktarmayı seçtiğinden aslında filmde bir dış ses olması gerektiğini, hatta dış ses olmadan o yoğun duyguların seyirciye pek geçemeyeceğini düşünmüştüm, fakat Luca Guadagnino’nun olayları aktarma tarzını hafife almamam gerektiğini bu kısımda anlamış oldum.

Oliver filmde, Elio’yu haklı çıkarırmışçasına, Yunan Tanrısı edasıyla resmediliyor. Hatta sudan çıkan sanat eseri sahnesi, Oliver’ın eserin kolunu kendi koluymuş gibi tutup Elio’nun elini sıkması gibi detayların kitapta olmayıp filme eklenmesi de bunu destekliyor. Elio için zamanında çok da önemli olmayan dinsel kimliğinin dahi, Oliver ile ortak paydada buluşabileceği coşkusuyla, gurur duyacağı bir şey haline gelmesi, Tanrı temsilinin haklılığını vurgular nitelikte. Şeftali sahnesi ise filmin şüphesiz en meşhur sahnesi. Elio’nun bunu Oliver’ı düşünerek yaptığı çok bariz fakat asıl kafa karıştıran kısım, sondaki ağlama sahnesi. Bunu da kitapta şöyle açıklıyor Elio; “(…) ve buna karşı mücadele etmek yerine, orgazmda olduğu gibi bıraktım kendimi, sırf ben de ona aynı şekilde özel bir şeyimi gösterebilmek için. Ağlamamın nedeni, hayatımda hiç bu kadar minnettarlık hissetmemem ve bunu göstermenin başka bir yolunun olmamasıydı.” Adeta yasak meyve konumunda olan şeftali ara ara, alttan alttan hissettirdiği dinsel alt metinden sıyrılıp sonunda bu aşkın bir simgesi haline geliyor.

Elio ve Oliver’ın beraber çıktıkları tatil ise masalın artık sonlarına yaklaştıklarını vurgularcasına coşkunun yanında biraz buruk geçiyor. Şehirden ve yapaylıktan tamamen uzak, yaptıkları doğa yürüyüşlerinde birbirlerinin adını boşluğa haykırmaları ve tasasızca hareket etmeleri yine aralarındaki bütün farkları eşitliyor. Son günden bir gece önce ise Elio’yu uyurken izleyen Oliver’ın hayatının sonuna kadar birlikte götüreceği hatıralarını görüyoruz ve renkler tersine dönüyor. Oliver gittiğinde Elio’nun birkaç saniye acıyla baş etmeye çalışması, beceremeyeceğini anlayınca annesini arayıp onu oradan almasını istemesi ve yol boyunca annesinden ağladığını dahi gizleme gereği duymaması filmin vurucu sahnelerinden. Babasıyla konuştuğu kısım ise hem Elio hem de izleyiciler için ders niteliğinde adeta. Bütün aileler çocuklarına bu şekilde yaklaşsa durumlar her iki taraf için de ne kadar kolay olur diye düşünmeden edemiyor insan. Son olarak Elio’nun 4 dakika boyunca şömineye bakıp ağlaması o kadar derin ve yerinde ki, resmen bu masalımsı hikaye için yazılabilecek alternatif mutlu sonları gölgede bırakıyor. Zaman zaman gözlerini kapatıp bir şeyler düşündüğü, zaman zaman gülümsediği o 4 dakika boyunca, kısa sürede yaşadığı bu derin aşkın hissettirdiği her duyguyu seyirciye geçiren Elio’nun aslında ölmeyi değil söylemeyi seçmesinin bir fark yaratmadığını da görmüş oluyoruz. O ağlarken hayat ondan bağımsız devam ediyor, bundan sonra da edecek. Kitaba göre de hayatlarının sonuna kadar 2 kez daha karşılaşıyorlar zaten, ama işler hiçbir zaman 1983 yazı kadar büyülü olmuyor tabii. Bu belki iyi bir şeydir, belki ikisinin de hayatı birbirleri olmadan daha iyi olacaktır fakat bunları düşünmek bile Elio’nun o an için elinde sadece yazdan kalma bir aşk ve adeta Brokeback Mountain’dan fırlayıp gelmiş bir gömlek kaldığını değiştirmiyor.

(1) Adınla Çağır Beni, Andre Aciman, Sel Yayıncılık

, , , , , , , , , , , , , ,

1 comment

  1. Hakan SONMEZ

    Harika yazmissin.Bayildim.Aklimda kalan tum soru isaretlerini cevapladin.Cok tesekkur ederim sana !

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir