Batman v Superman: Dawn of Justice (2016): Adaletin Şafağı ya da Hollywood vs Nolanverse

Batman v Superman: Dawn of Justice (2016): Adaletin Şafağı ya da Hollywood vs Nolanverse

Yazar Puanı2.5
  • Zack Snyder, Nolan’dan aldığı felsefe yapısı, hümanizm ile film noir atmosferini silip atıyor. Yerine Hollywoodvari bir mitolojik Yunan tanrıları hikayesi sunuyor. Bu hikaye Batman ve Superman’in maalesef bu kısır döngüde ancak verimli olabileceğini ortaya koyuyor.
Share Button

Konuk Yazar: Burç Karabulut

Batman ile Superman’in beyazperdede ilk arz-ı endam eden bu beraberliği maalesef felsefi altyapıdan yoksun olunca, solo süper kahraman işlerine göre altta kalıyor. Christopher Nolan’ın uyarladığı Batman serisinde, toplumda bir türlü yerini alamayan, dışlanmışlık (bilinçli yalnızlık) ile geçmişten gelen travmayla birleşen öç alma isteğine rağmen adaletin tarafında kalmayı başaran, yarası bol bir karakter anlatılıyordu. Nolan, bu filmlerinde ideoloji ile devlet tanımına alışık olunmayan bir açıdan bakarak, Batman’i bir çizgi-roman olmaktan çıkarmış, onu kanlı-canlı, yürüyen, yer yer zavallı bir kişiliğe sokmuştu. Adeta 1930’ların Chicago’sundaki savaş öncesi hissiyatı seyirciye geçirmeyi amaçlamıştı. Zack Snyder’in -yapımcılığını Nolan’ın üstlendiği- Man of Steel / Çelik Adam filminde ise dünya üstünde adeta dışlanmış olmanın verdiği duygu filme geçirilmiş; ancak Nolan’ın vizyonuna sahip olmayan Snyder aksiyonla işi bağlamıştı. Nolan’ın kurduğu felsefi yapının Batman v Superman: Dawn of Justice / Adaletin Şafağı filminde hiç yer almadığını görüyoruz. Nolan evreninin yıkılması, sadece insanın ötesinde bir mitolojiler evreni yaratmaya yarıyor.

Nolan’ın Dünyası Başına Yıkılıyor

Bir karakterle özdeşleşmek, sinemanın insan üzerine kurduğu deneyimlerin en kalıcı olanı olabilir. Bu özdeşleştirmeyi en iyi yapabilenlerden birinin Christopher Nolan olduğunu söylemek yanlış olmaz. Batman’in insani karakterini, özellikle zayıflıklarını öne çıkardığı, kahramanlıktan öte çaresizliğin getirdiği intikam ve onun adına bir yüz bulma arayışıyla maskeyi takıp Batman kıyafetiyle düşmanlarının peşine düşen yaralı bir adamın hikayesini müthiş bir ses-kelime-senaryo senkronuyla anlatmıştı. Batman serisi öyle bir dereceye geldi ki, sanki 2010’larda yaşayan bizlere, 1930’ların Chicago’suna misafir olma şansını sundu. Beklendiği üzere bu misafirperverlik, korku, şüphe ve mücadeleyi de içeriyordu. Bu başarılı, narratif, sinematik evreni kurma ve mizanseni yaratmada tek yetkili kuşkusuz Nolan’ın beyniydi. Nolan’ın gerçek hayattan mitolojiye uyarlanmış bir karakteri tekrar insanlaştırması elbette çok zor bir işti ama o, bu işi hakkıyla yerine getirdi.

Aslında Nolan’ın formülü oldukça basit. Batman filmlerinden ilham alarak “comics” olarak görüldüğü popüler ürünü, bir film noir’a çevirmek. Daha önce Following / Takip ve Memento / Akıl Defteri ile bu türde kayda değer ürünler vermişti. Nolan, film noir’ın protagonisti olan dedektifleri, Batman’in karakteriyle bütünleştirdi. Daha önceden zeki dövüş ustası ve master strateji uzmanı olan Batman’i kendi karanlığıyla yüzleştirdi. İşte bu karanlık, film noir karanlığından başka bir şey değil. Film noir’ın en önemli özelliklerinden olan ahlak kargaşası da, Batman’in dünyasına eklenenlerden en ileri geleni. Bruce Wayne karakterinin seri boyunca neyin iyi, neyin kötü olduğuna dair ironik bir bakışı vardı. Ra’s Al Ghul ile karşılaşması da, bu kafa karışıklığının kavgası.

Ra’s Al Ghul, Gotham adlı günah şehrinin dünyadan kaldırılması gerektiğini düşünürken Batman, bu şehrin içinde kurtulmaya muhtaç olduğunu düşünmek istiyordu. Bu karşılaşma bile Nolan’ın vizyonunu görmek için yeterli. Gotham’ı ortadan kaldırmak iyi mi yoksa kötü mü? Bu soru tüm serinin ahlak sorunsalının da izlenmesinde etkili oldu.

The Dark Knight / Kara Şövalye filminde bu ahlak kargaşasını nihilizm ile birleştirdi Nolan. Gotham şehrinin yok olma olasılığı üzerine insanlar ve motorlar kaçırılırken, mahkumlar ile Gotham’ın sakinleri beraber yolculuk etmek zorunda kaldı. Motorda iki seçenekte yüzleştiler; birbirlerine bile yaklaşmaya tahammül edemeyecek olan iki farklı insan grubu, diğer motordaki insanın hayatta kalıp kalmayacağına, sadece seslerini duyarak karar vermeye çalıştılar. Sonuçta istenen karanlık tablo oluşmasa da, işler daha iyiye de gitmedi.

Nolansızlaştırma veya Süper Kahramanların Mitoloji Evrenine Dönüşü

Nolan’ın formülü, Batman’i olabildiğince insana yaklaştırabildi. Batman v Superman: Dawn of Justice filminde ise; bu formülün ters-düz edilmesi ya da “Nolansızlaştırma” diyebileceğimiz bir yönteme başvuruluyor. Batman ve Superman karakterleri, yer aldıkları “comics”lerindeki gibi yılmaz ve yıkılmaz, mitolojik birer tanrıya dönüştürülmeye çalışılıyor. Hollywood’un eğlence sektörüyle bağlantı sağlayarak seyirciye kendini sunan bu geri dönüş, Nolan’ın Batman serisine getirdiği kendi dünyasıyla yüzleşmesi, ahlak kargaşası gibi önemli temaların da sonu anlamına geliyor.

Nolansızlaştırmanın ilk sonucu halka kendini adamış, yüksek narsistlikle yaşayan iki karakter oldu. Bruce Wayne karakteri filmin ilk saniyelerine -sembolik bir şekilde- insanlardan farklılığını ve onlardan üstünlüğünü ispat edercesine, yıkıntılar içinden bir çocuğu kurtararak başlıyor. Bu an hem Bruce Wayne’i hikayeye dahil ederken hem de modern tanrı olarak onu tanımamızı sağlıyor. Aynı zamanda yüksek bir narsist olduğunu farkediyoruz. Daha sonra Superman’in arkasından gitmek üzere yola koyulduğunu ve bu duruma Superman’in de aynı şekilde karşılık verdiğini görüyoruz. Böylece Bruce Wayne, kendi karanlığından uzaklaşıp yüksek narsist kişiliği ile yeniden mitolojik bir kahraman olmaya başlıyor.

Man of Steel / Çelik Adam filminde Superman, Amerikalılar tarafından dışlanan bir karakter, bir uzaylı olarak görülür. Zack Snyder de bir röportajında -Nolan’ı dışlarcasına- Superman’in yaratıcısının bir göçmen olduğunu vurgular. Clark Kent’in de bir göçmen Amerikalı ile aynı hissiyatı paylaştığının altını çizer. Superman’in sürekli daha güçlü düşmanları tarafından bir çok kere dayak yemesi, Superman’in zayıflığının tek belirtisinin krypton olmadığının, insani olarak zayıflığının Zack Snyder tarafından ele alınışıdır. Batman v Superman: Adaletin Şafağı filminde ise Superman, bu güçsüzlüğünü geride bırakmış olarak Doomsday silahının karşısına çıkıyor. Onu yere sererken de neredeyse hiç ciddi yara almıyor. Bir mitolojik karakter kimliğinin hakkını vererek Nolan’ın dünyasını yıkıyor.

Güçsüzlükten kastettiğim sadece yere serilmek değil, aynı zamanda karakterlerin insani taraflarının yok edilmesi. Filmde önemli bir bağ olarak gözükebilecek Martha karakteri, sadece anlık olarak belli ölçüde bir realizm getiriyor. Zack Snyder, Nolan’dan aldığı felsefe yapısı, hümanizm ile film noir atmosferini silip atıyor. Yerine Hollywoodvari bir mitolojik Yunan tanrıları hikayesi sunuyor. Bu hikaye Batman ve Superman’in maalesef bu kısır döngüde ancak verimli olabileceğini ortaya koyuyor.

, , , , , , , , , , , , , , , ,

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir