The Paperboy (2012): Karanlıktan Aydınlığa

The Paperboy (2012): Karanlıktan Aydınlığa

Share Button

“Bence ya çok seveceksiniz ya da nefret edeceksiniz. Gri bir alan yok. Ya benim yarattığım dünyayı anlayıp içine gireceksiniz ya da direnip ‘Hassiktir’ diyeceksiniz.”
Lee Daniels

Pete Dexter’ın 1995 yılında aynı adlı romanından uyarlanarak sinemaya aktarılan film, 1960’lar Güney Floransa’sında geçmekte. Yönetmen koltuğunda, filmin Pete Dexter ile beraber senaryosunu da yazan Lee Daniels var. Bir anlatıcı eşliğinde izlemeye başladığımız film, çıkış noktası olarak işkenceci bir şerifin öldürülmesi ve bu cinayetten idama mahkum edilen bir adamın suçsuzluğunu ispat etmek isteyen gazeteciler ve mektup arkadaşlığıyla evlenmek üzere olduğu kadın etrafında gelişir. Filmde havada kalan pek çok detay var ama bunun en belirgini çıkış noktası olan “şerif cinayeti”. Şerif cinayeti aydınlanamaz ve katil bir türlü bulunamaz. Aslında hikaye anlatımı her ne kadar toplu gibi görünse de, anlatımda boşluklar yaratan dağınıklar bulunur. Film ayrıca, izleyiciye “herkesin karanlık bir noktasının” olduğunun altını çizerek, belli çıkarımlara götürür, böylelikle insanların aslında göründükleri gibi olmadıklarını vurgular.

The Paperboy’da, şiddet, ırkçılık, aile ilişkileri, cinsellik konuları kör göze parmak misali sürekli egzajere ediliyor. Irkçılık, beyazların “zenci”leri sevmediklerini belli etmeleri ve sinirlendikleri anda birbirlerinin boğazını sıkmalarına kadar gider. Zenciler, filmde sevilmeyenler olarak betimlenir. Belki de hizmetçi Anita’nın filmin anlatıcısı olarak seçilmesinin nedeni budur. Bir nevi affettirme çabası. Dedim ya filmde açık uçlu anlatımlar mevcut diye, Anita’nın neden anlatıcı olduğu da verilmemiş. Anlatım bir polis sorgusu mu yoksa gazete için röportaj mı? Neden böyle düşündüğümün gerekçeleri filmin ayrıntılarında gizli tabii. Irkçılık ve cinsel istismar izleyici de rahatsızlık yaratır. Fakat bu yönetmenin anlatmak istediği “filmi sevmek ya da sevmemek” meselesiyle alakalı olarak bir duruş olarak bakılabilir. Dönemi de göze aldığımızda ırkçılık öyle bir hal almıştır ki tanıştıkları andan itibaren anlaşamayan Jack ve Yardley arasında bu durum, filmde fiziksel olarak sunulmuştur. Jack, Yardley’e sinirlenip “pis zenci” dediği anda Anita’nın da kalbini kırmıştır. Ama Jack o kelimeyi tamamen Yardley’i düşünerek söylemiştir. Çünkü Jack için Anita, ırkının ne olduğu önemli olmayan, anne yerine konulan biridir. Bu durum bize “Zenci”lere ırkçı biçimde yaklaşanların aslında tamamen ön yargılarının kurbanı olduklarının anlatımıdır. “Hepimizin karanlık bir tarafı var ve hepimiz ön yargılarımızın kurbanıyız”.

Charlotte Bless rolüyle karşımıza çıkan Nicole Kidman ise belki de oyunculuk kariyerindeki en farklı karaktere can vermiştir. Kidman, bu rol ile “soğuk” oyunculuğunda çığır açmıştır. Ayrıca, rol arkadaşı Zac Efron’un rolü gerçeğe yakın olsun diye üzerine işemesiyle filmin adını “işekli film”e çıkarmıştır. Charlotte, cinsel dürtüleri açığa çıkan, cahil, cinselliğini ön plana çıkaran giysiler giyen, abartılı saç ve makyajı tercih eden, biçimsizce konuşan bir kadın. Bunun yanı sıra hapishanede mektuplaştığı kişilerden koca arar. Sonunda mektuplar yardımıyla Hillary’yi bulur ve onun romantik sözlerine aşık olur. Birbirini mektup yardımıyla tanımaya çalışan bir çiftte, erkek seksi düşünüp aklından bunu çıkaramazken kadın aralarında telepatik bir bağ olduğuna inanır. Ve bunun aşk olduğuna dair kendini inandırmıştır. O mektuplardaki romantik yazılar yazan erkeğe gönlünü kaptırmıştır. Erkek ise görüşmeye elbise yerine pantolonla geldiğini gördüğü kadına hakaretlerini sıralar. Çünkü seks objeliğinin temsili elbisedir. Kadına “pantolonla seni içeridekilerden nasıl ayırmamı bekliyorsun” der. Çünkü onun amacı ilk seferde yaptığı “telepatik sekse” devam etmektir. Kadını metalaştıran zihniyetin düşünceleri yansır. Aslında filmin ana karakteri Jack’in, anne boşluğundan kaynaklı olarak kendinden yaşça büyük bir kadına aşık olması, abisiyle ve babası ile ilişkileri verilir. Anne figürünü görmeyi çok arzulasak da bir türlü adı geçen şahsı görememişizdir. Ama göremesek de izleyiciye Jack ve Ward’ın yaşadıkları anne figürünün boşluğunda kaynaklandığı izlenimi verilmiştir.

Sinemada sıklıkla başvurulan, “bir şeyin başka bir şey ile benzeştirilmesi” yorumuna da rastladığımız filmde, Hillary ve Charlotte’un sevişme sahneleri hayvan görüntüleriyle anlamlandırılmaya çalışılmış. Böylelikle bataklıktan gelen Hillary’nin doğal dünyası verilmek istenmiştir. Charlotte’a cinsel dürtülerinin haricinde, anne sevgisinin eksikliğinin yarattığı bir duygu ile umutsuzca aşık olan Jack, bir yandan pençesine düştüğü aşk ile uğraşırken bir yandan da ağabeyi Ward hakkındaki gerçekleri de öğrenmeye başlamıştır. Gerçeklerle yüzleşmek, Jack’i hayata karşı boşvermişliği karşısında olgunlaştırmıştır. Ve filmin sonunda anlatıcı yardımıyla bu olgunluğun meyvelerini öğreniriz.

Filmi genel olarak ele alırsak eğer, 65. Cannes Film Festivali’nde ilk gösterimini gerçekleştiren film izleyenlere başarılı bir yönetmenlik ve başarılı bir kurgu sunmuyor. Hapishane sahnesindeki ilk buluşmadaki rol icabı “Temel İçgüdü” filmine göndermeler içerir. Anlatıcı ile başlayan hikaye ironik bir biçimde bataklıkta sona erer. Bu durum hikaye kahramanlarının hayatlarına göndermedir. Bataklığa bir defa saplandığında kurtulamazsın ve o bataklık seni yutar ama üzerinde kalmayı başarırsan hayatına devam edebilmen için şansın vardır. Kısacası yönetmenin de dediği gibi ya izlerken bir çıkarım da bulunup seveceksiniz ya da nefret edeceksiniz. Tamamen izleyici yorumuna bırakılmış bir film.

twitter.com/demetozturk

, , , , ,

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir